31 Aralık 2011 Cumartesi

SAĞLIKLI VE MUTLU YILLAR


GEÇEN YILDA GEÇEN YILI YAŞADINIZ MI?


Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?

Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?

Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?

Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?

Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?

Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?

Ve siz onu hiç kokladınız mı?

Yaz gecelerinde ne kadar çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?

Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?

Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?

Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?

Çimlere uzandığınız oldu mu?

Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?

Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl?

Kaç kez kuşlara yem attınız?

Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?

Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?

Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?

Kaç kez mektup aldınız bu yıl?

Eski bir dostunuzu aradınız mı bu yıl?

Kimseyle barıştınız mı bu yıl?

Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl?

İyi bir yılın, bunlar gibi bir çok küçük şeylere bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?

Yeni yılda düşünün..

Yayılın çimenlerin üzerine… Acele edin..

Er ya da geç… Çimenler yayılacak üzerinize…

Jacques PREVERT

 

23 Aralık 2011 Cuma

DEVRİM ŞEHİDİ KUBİLAY


              81.yılında Devrim Şehidi KUBİLAY' A  saygıyla ...


       Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyordu. O sırada 24 yaşında. 23 Aralık 1930 günü yürekleri kara, kara eller O'nu şehit etmekle ,ışığını kararttıklarını sandılar....

       KUBİLAY:"Vurulduğumu anlayamadım önce.yere düştüğümde siyah cübbeler,sakallı yüzler,kanlı acımasız yüzler gördüm....Canım yanmıyordu ama yüreğimin her hücresi acı çekiyordu.Alkışları duyordum çünkü. Beni değil yobazları alkışlıyordu kalabalık.bu alkışları hiç unutamıyorum .Bana en acı veren o alkışlardı......"

       Kurtuluş savaşı kazanılalı yedi yıl olmuştu.Kubilay hem subay hem oğretmen olarak genç cumhuriyetin umut ışığı idi. Karanlık bir gecede aydınlığı düşünüyordu...

        KUBİLAY:"Aydınlığı düşünüyordum. Işığın değeri karanlıkta daha iyi anlaşılıyor. Işıklar içinde bir Türkiye düşünüyorum.yolları, evleri, insanların kafası ışık içinde bir Türkiye. Işığın en uzak köylere kadar ulaştığı  bir Türkiye...Herkesin okuyup yazdığı, mutlu olduğu bir ülke..."

       Kubilay bir devrim şehididir. Atatürk devrimlerinin, Cumhuriyet Devrimlerinin ilk şehidi...Savaşlardan ,hukuksuzluğa,yoksunluktan karşı devrimciliğe, yitirdiğimiz gençlerden ilkidir. Bunu tarihin çarklarını geri çevirmeye , aldanış rüzgarlarını bu topraklarda üfürmeye çalışanlar nereden bilsin. Şimdi yolumuzu Kubilay'lar aydınlatıyor desek yobazı , döneği inanamaz ki. Karanlıkta el yordamıyla yol almak varken ışığını nereden görebilsin...

       Kubilay'lar karanlıkta bir ışık olarak yolumuzu aydınlatıyorlar, aydınlatmaya da devam edecekler. Işıktan korkan yarasalar kendi karanlıklarında tarihin çarklarını döndüremiyeceklerdir....

       Kubilay ,kanlı, karanlık bir gecenin ilk yıldızıydı. Tek başınaydı. Oysa yıldızlar tek başına ışımazlar. Yalnız değillerdir , binlerce ,yüzbinlerce ,milyonlarcadır..Bazen görünmezler ama oradadırlar…ışık… ışık…

Arzu Sarıyer

















4 Aralık 2011 Pazar

TARİHTEKİ İLK KADIN EYLEMİ İZMİRLİ KADINLAR


       Tarihte kadınlar tarafından gerçekleştirilen “ilk protesto”nun, 1828 tarihinde İzmir’de yaşandığı ortaya çıktı. İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ndeki belgelere göre, ekmek fiyatlarının zamlanmasına büyük tepki gösteren kadınlar, 3 gün boyunca sokakları işgal etti. Bu protesto sonunİzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ne İlhan Pınar tarafından bağışlanan belgelere göre, Türkiye tarihindeki ilk kadın ayaklanması 1828 yılında, Kadifekale, Tilkilik, Namazgah ve Damlacık gibi Türk mahallelerinden gerçekleşti.

        Kökeni Amazonlara kadar uzanan İzmir kadını, farkını 1828 yılında yaptıkları eylemlerle gösterdi. Belgelere göre, dönemin İzmir Valisi Hasan Paşa tarafından verilen izinle yapılan “ekmek zammı” önce erkekler tarafından protesto edildi ancak sonuç alınmayınca kadınlar çocuklarıyla birlikte sokaklara çıkarak 3 gün boyunca süren protesto gösterileri yaptı. İzmirli kadınların bu protestosu sonrasında ekmek zammı, Hasan Paşa’nın devreye girmesiyle geri alındı.

       O dönemlerde İzmir’de bulunan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun elçisi Baron Anton Prokesch von Osten tarafından tanık olunan olaylar, 1934 yılında Avusturya’da yayımlanan “Jahrbücher der Literatür” (Edebiyat yıllığı) isimli derginin 67. ve 68. sayılarında kaleme alındı. İzmir’de bulunduğu dönemde eski Smyrna’yı arkeoloji dünyasına tanıtan Baron Von Osten, kaleme aldığı yazısında, İzmir’de yaşanan kadın eylemlerini olduğu gibi anlatarak, Türk kadınının zam karşısında gösterdiği mücadeleye geniş yer verdi.

       İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Oktay Gökdemir, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hak ve özgürlükler adına en büyük adımın Meşrutiyet döneminde atıldığını hatırlatarak, İzmir’in bu anlamda Meşrutiyet’ten de önce harekete geçtiğini söyledi. Oktay Gökdemir, “Her yenilikte öncü olan, Osmanlı ve Türkiye için ilklerin kenti İzmir, bu ayaklanmaya da öncü konumunda. İzmirli kadının kendi hakları için sokaklara çıkması önemli bir demokrasi hareketi. Kökeni Amazonlara dayanan İzmir kadını, farkını 1828 yılındaki protestolarda göstermiş” dedi. Oktay Gökdemir, araştırmacı – yazar İlhan Pınar’ın, “İzmir Toplu Yazıları” eserinin, Şubat ayında İzmir Kent Kitaplığı’ndan çıkacağını da sözlerine ekledi.

http://www.izmirdesanat.org/

24 Kasım 2011 Perşembe

ÖĞRETMENİM



Sevgili Öğretmenlerimin 24 Kasım Öğretmenler Gününü Kutlarken, Sonsuzluğa göç etmiş Sevgili öğretmenlerimi saygıyla anıyorum.

       Otuz üç yıl sonra ilk öğretmenliğe başladığım köydeyim...

        45 yıl önce bir kız çocuğu babasının elinden tutmuş okul yolunda ürkek tedirgin yürüyordu. Okul bahçesinde kendisi gibi onlarca çocuk vardı. Tek katlı L biçiminde okulun merdiven başında; ' işte senin öğretmenin' dedi, baba. Şık giyimli, simsiyah saçları arkaya özenle taranmış, uzuna yakın boylu, yakışıklı adam, onun öğretmeni. Elinden tuttu sıcak mı sıcak. Onca yıl geçti hala avuçlarında o sıcaklığı duyumsar. Taban tahtaları mazot kokan sınıf dedikleri odaya girdiler el ele. Sıralar ve kara tahtayla tanıştı, ardından birer ikişer kendi gibi ürkek, tedirgin gelen arkadaşlarıyla.

       Okullu günler. Önce büyük harfler öğretildi. Sonra sayılar. Okul numarasını baba ezberletmişti de; ya yazması. Ne kadar zor geliyordu sayıları yazmak, o 2 3 4 ne de zormuş. Büyük bir sabırla öğretiyordu öğretmen; okumayı yazmayı, matematiği. Doğru olmayı, çalışkan olmayı, Atatürk'ü. Yurdu ve sorunlarını hepsini, her bir şeyi öğretiyordu.

       Bir gün ne kadar sinirli bağırmıştı öğretmeni. Korkmuştu küçük kız. Ama dün söylenmiş gibi şu cümleyi hiç unutmadı; 'Çocuklar devletimiz o kadar borçlu o kadar borçlu ki. Bu borcu siz değil sizin çocuklarınız bile ödeyemez!' Ne kadar haklıymış öğretmen .Bugün, bırakın çocukları torunları bile ödeyemeyecek.

       Kız çocuğuna soruyorlardı 'ne olacaksın' diye. Tek yanıt, 'öğretmen' diyordu, kararlı ve mağrur bir edayla. Yakın akraba, eş dost hep öğretmen olacak kızım diye seviyorlardı. Okula gidinceye kadar evcilik oyunu oynayan çocuk, öğretmen ve müdürcülükten başka oyun oynamaz oldu. Kardeşini, arkadaşlarını sıraya diziyor, sınıfa alıyor, dili döndüğünce ders anlatmaya çalışıyordu.

       Ortaokula giderken de hep öğretmen olacağım dediğinde, bazı arkadaşları küçümsedi, dalga bile geçtiler. Yılmadı daha çok çalıştı derslerine. Hele okul müdürü demiyor muydu; 'sınıfta kalırsanız vatana, ulusa ihanet edersiniz!' Ne korkunç sözcüktü şu, 'ihanet!' Her duyduğunda irkiliyordu. Bir de, 'sınıfta kalmak!',oysa sınıf geçip öğretmen olmak, vatan borcu olmalıydı.

       Lise yılları da öğretmen olma hayalleri kurarak geçti. Bir gün çok sevdiği bir bayan öğretmeninin yürüyüş taklidini yaparken, omuzunda bir elin varlığını duydu. Döndü ve ne görsün ton ton okul müdürü, elinde harita koşa koşa dersten çıkmış. Dedi ki; 'Arzu, sen de öğretmen ol, öyle yürü!' Yakalanmaktan çok korkmuştu ama bu söz ona dua gibi gelmişti.

       Sonunda Eğitim Enstitüsüne( Bugünkü adı eğitim fak.) girdi. Yıllardır hayalini kurduğu öğretmenliği öğrendi. İdealist öğretmenliği öğrendi. Öğrencilerini en iyi nasıl yetiştirebileceğini öğrendi. Atatürkçülüğü, çağdaşlığı, devrimciliği, vatan ve ulusa yararlı insan yetiştirmenin erdemlerini öğrendi.

       Atandığı görev yerine gitmeden ;onu yetiştiren öğretmenlerinin elini öptüğünde şu duayı aldı 'elini öpen öğrencilerin bol olsun'(Yanlış anlaşılmasın el etek öpme değil) Gerçekten de yüzlerce yüzlerce öğrencileri elini öptü ve öpmeye devam ediyor.

       O küçük kız bugün yirbeş yıl tarih öğretmenliği yapmış emekli olmuş Arzu Öğretmendir. Adı emeklidir ama eğitime, öğretmeye her an devam ediyor edecektirdir de.

Arzu Sarıyer - 24 Kasım2008

Not:Bu yazım ;blog dünyasına merhaba dediğim yılda yazdğım ,öğretmen olma öyküm.Sizler bu yazıyı okuduğunuz günde ben beni yetiştiren yüce çınar öğretmenlerimle  birlikte olacağım.Bir öğretmenimin sözünü yürekten ben de söylüyorum "Dünyaya bin dafa da gelsem  yine öğretmen olurum,yine öğretmen olurum! "



19 Kasım 2011 Cumartesi

ANTİK KENTE SONBAHAR

Bir antik kente ya da müzeğe birkaç kez gidilebilir belki. O antik kent ve müze ;senin doğum büyüdüğün topraklara ,yaşadığın kente yakınsa, sen de ilgili bir tarih öğretmeni olmuşsan defalarca gidilir...Her gittiğinde ilk kez görüyormuş gibi koklarsan antik havayı, gözlerini açıp yeni ne görünüyor diye heyecanla bakakalıyorsan , gidilir defalarca o antik kente ve müzeye...Hemen her yıl;özlemle...

 Afrodisyas Kentinin kısa tarihçesi

Afrodisyas afrodit'i "O başındaki gelin tacı ile tam bir Anadolu kadını.Tam bir ana tanrıça.Demek ki o Kibele'nin çocuğudur,cinsellikten öte berketin kaynağıdır" Tahsin Şimşek Afrodisyas'tan "Günaydın Yeryüzü" ne


Gördüğüm en güzel ve temiz müze bahçelerinden biri

Müze önü;Lahitler,sarkusfagus denilen lahitler.Taş mezarlar yöre halkı tarafından "et yiyen taş"deniliyor.

Müze içinde en zarif heykellerden biri,Afodit Kültü

Afrodit



Pethesileia Amozon Kraliçesi Truva savaşında Anadolu'nun biliği için kahramanca savaşır,ok işlemeyen bedeni bir mızrak ile yaralanır ve ölür.Afrodisyas Amozonu diğer Amozonlardan farklıdır ;bilinen tek gögüslü Amozon değildir. Güzelliklerine düşkün Amozonlar buradadır,cift gögüslüdürler.

Sebasteion-Sevgi Gönül  Salonu: Mimar,şair,yazar Cengiz Bektaş'ın projesi.İlginç özellikleri var ;tavandan ışıklandırmalı,çelik direkler üzerinde.İlerde Salonun altında  antik eserler bulunduğunda;eserler çıkartılmak istendiğinde bina yıkılmıyacak,kaydırılacak.

NERO VE ERMENİSTAN

Pelerin giyen ve kılıç kayışı takan çıplak savaşçı Nero, yere düşmüş Ermenistan'ın (Armenia) kollarının üst kısmından tutmaktadır.

            Sergi Salonları; yöre yapıları gibi, taş ve ahşap.


Ara Güler fotoğrafları



                  Kenan Erim; ömrünü bu antik kente ve müzeye adayan bilim ,sanat adamı.Mezarı bu kentte.
 
 
                                                           Sebasteion(krallık sarayı)
 
Aslı gibi kalabilen nadir antik tiyatrolardan biri ,mühteşem dağ manzarasına bakıyor.

Hamam sütunları
Roma hamamından kalanlar,dinlenme havuzu

Bu taş duvarlarla örülü mekanlarda kentin heykeltraşları hem öğrenci yetiştiriyor hem de dünyaca ünlü heykellerini yontuyorlarmış.Çekiş seslerini duyar gibi oluyor insan...



Afrodit Tapınağı tören kapısı; çok görkemli...

Afrodit Tapınağı

Hipodrum; gördüğüm en büyük ve en iyi korunan,taşlar orjinal yerli yerinde..


Afrodisyas binlerce yıllık antik kenti; Aydın'ın ,Karacasu ilçesinin Geyre köyündedir.Burada görüntülemeye çalıştığım son elli yılda yeryüzünde görünenlerden bazıları.İlk kazı çalışmalarının üstünden bir yüz yıl geçmiş.Bu antik kent ;sanatın, edebiyatın, bilimin, doğanın buluştuğu bir kent. Düne kadar ben; sanat merkezi, heykel üreten bir akademi ağırlıkta  antik kent biliyordum. İlçede üç yıldır yapılan "Karacasu 'Afrodisyas Sanat' Edebiyat Günleri" etkinliğine her gittiğimde yeni bilgiler öğreniyorum bu antik kent ile ilgili...

Ara Güler'in 1950 li yılların sonlarında çektiği fotoğrafları .İstanbul'da sanat dünyasına tanıtmakla kalmayıp,Dünyaya tanıtma çabaları.

Bilinen en eski roman Afrodisyaslı Khariton'a ait.Adı "Ta Peri Khairean Kai kalliroen" olduğu ,bilinen ilk tıp el kitablarında biri Afrodisyaslı Ksenokrates'in olduğu ,yeni bilgilerim arasına girdi.


Afrodisyas antik kenti her mevsimde güzel, çoğunlukla ben ilkbaharda gitmiştim.Son iki yıldır sonbaharda gidiyorum; gördüm ki sonbaharda  çok daha güzel Afrodisyas...Güzel olduğu kadar bilinmeyeni çok,bilmek için yıllar yılları kovalıyacak.Uzmanlarına göre yüz yıllar sürecek tamamını görmeye,bilmeye belki ömürler yetmiyecek...
 Arzu

12 Kasım 2011 Cumartesi

500 JAPON ÇOCUKTAN GENÇLİK MARŞI



Dağ başını duman almış,
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar ,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
Sert adımlarla heryer inlesin.

Bu gök, deniz nerede var,
Nerede bu dağlar taşlar?
Bu ağaçlar güzel kuşlar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer gök su dinlesin ;
Sert adımlarla heryer inlesin.

Her geceyi güneş boğar,
Ülkemizin günü doğar
Yol uzun olsa da ne var,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer gök su dinlesin ;
Sert adımlarla heryer inlesin.


       Şimdi bayram değil seyran değil "Gençlik marşı" neden diyeceksiniz...10 kasım 2011 perşembe günü Cumhuriyet Gazetimin deprem için ayırdığı sayfada küçük bir haber:

       "500 JAPON ÇOCUKTAN GENÇLİK MARŞI -TOKYO(AA)
Van depreminin ardından yüzlerce japon çocuk Vanlı kardeşleri için gençlik Marşı'nı seslendirdi.Ertuğrul fırkateyni faciasının yaşandığı eyalet olan Wagayama'daki Fujitodai ilköğretim Okulu'ndan 500 den fazla çocuk spor salonunda hep bir ağızdan Gençlik Marşı'nı seslendirdi."

       Haber eyalet yönetimin  maddi yardım haberleri ile devam ediyor.Maddi yardımlar da çok önemli ama benim ilgimi özellikle çeken ilköğretim çağında onca çocuğun "Gençlik Marşı" mızı söyleyerek Van'daki kardeşlerine seslerini duyurmak istemeleridir.

       Gençlik Marşı'nın tarihçesine baktığımızda zor günlerin marşıdır.Ali Ulvi Elöve, Gençlik Marşı ile ilgili anılarında şunları anlatıyor:

       “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, S. Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için güfte yazmamı istedi. Istenilen güfte 4×4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. 1. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu.” Yıl 1916

       3 yıl sonra ülkemiz çetin bir Kurtuluş Savaşına başladı. Mustafa Kemal, daha Samsun yolunda iken Bandırma Vapurunun güvertesinde arkadaşları ile bu marşı söyleyerek Karadeniz’i ak umutlarla yara yara Anadolu’ya ulaştılar. Samsun’a çıktıktan sonra Çamlıbel’e geldiklerinde yanında bulunan arkadaşlarını toplayarak DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ marşını söylediler. Daha sonra Erzurum ve Sivas yollarında ve bütün Kurtuluş Savaşı süresince bu marşı söyleyerek umutlarını tazeleyip durdular. Böylece Anadolu’yu bir heyecan kasırgası sarmıştı. Bu heyecan ve umutladır ki, Türk Ulusu, M. Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşını başardı.

       "Anadolu’nun dağ başlarını, tekerleklerine çuval doldurduğumuz kırık-dökük otomobillerle aşarken bu marşı, yanımda bulunanlara söylemeyi adet edinmiştim." M.Kemal Atatürk

       Zor ve karanlık günlerimizde moral  ve umut dolu "Gençlik Marşı" mızı Japon çocukları bize ne güzel anımsatmak istiyor. Türkiye her yönüyle zor ,acı dolu günler geçiriyor .Önce terör sonra deprem.23 ekimi doğal afet olarak kabul edebiliriz. 9 kasım gece yarısı gelen depreme ne demeli? Ben geliyorum diye diye geldi ve onlarca can aldı . Kader olmamalıydı ;bir ülkenin yöneticileri vatandaşlarına bile bile ölüme göndermemeliydi .Yukarıdaki haber okunurken henüz acı gerçekler haber yapılmamıştı.

       Vanlı kardeşleri için "Gençlik Marşı"nı seslendiren çocuklara sevgiyle alkışlarken; yardım için gelen, bu uğurda ölen Japon Dr Atsushi Miyazaki için utanç gözyaşları döküyorum. Hiçbir özür O'nu geri getiremez. Yaralı  Japon Miyuki Konnai için acil şifalar diliyorum...

Her geceyi güneş boğar,/Ülkemizin günü doğar/Yol uzun olsa da ne var,/Yürüyelim arkadaşlar.




10 Kasım 2011 Perşembe

10 KASIM






Saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyoruz..

Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint'ten, Mısır'dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur.

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK



17 Ekim 2011 Pazartesi

KÖYDE BİR SONBAHAR

Kuruyan dallar,dökülen yapraklar;mevsim sonbahar...
Köy yolunda sonbahar
         Hem mevsim sonbaharını hem de hayatının
sonbaharını yaşayan köy
At ve kedisi ile köy yokuşu
İnsanına hasret kalmış taş yokuşlar...

Kimler geldi kimler geçti ; yarısı yok bu taşevde kimbilir...
Taş ve teneke ev; penceresinde ayva ,
nar hevenkleriyle kışa hazır...
Sonbaharın olmazsa olması çınarı  ;
sonbahar en çok ona yakışır...

Köy mezarlığı;konukları  derin uykuda ...Düşen yapraklar sarmış,sarmalamış...
                        Düşen her yaprak neleri neleri hatırlatır...

        Gençlik yıllarımız hep bahar hızıyla geçti. Adı ister ilk ister sonbahar olsun;yeter ki bahar olsun dercesine. Her sonbahar gelişinde çocukluk ve gençlik yıllarımda sonbaharı nasıl geçirdiğim gelir aklıma...Sararan yapraklar,sonra düşen yapraklar sonbahar böyle gelirmiş farkına varamazdık belki de .

       İlkokul öğretmenimiz "çocuklar! yaprak kolleksiyornu yapacağız,yaprak getirin." Mevsim şerdini önümüze koyar tek tek söyletirdi: İlkbahar, yaz, sonbahar ,kış. Dergi ve kitaplarımızda "sonbahar" üniteleri olurdu. Bol resimlerle sonbahar anlatılırdı :Caddede sonbahar, evde sonbahar bahçede sonbahar ,köyde sonbahar gibi...Evde sonbahar resimlerine bakmayı çok severdim; odun, kömür taşıyan babaya çocuklar yardım eder .Mutfakta anne reçel kaynatır, turşu kurardı. Türkçe kitaplarımızda  sonbahar ;köyde bağ bozumu,pekmez kaynatma,bulgur yapma,değirmende un öğütme gibi konularda öykülerle anlatılırdı. Sait Faik'in " Karanfiller ve Domates suyu" öyküsü nasıl unutulur.. Müzik dersinde"kestane gürgen palamut ,altı yastık üstü bulut"sözleriyle başlayan sonbahar şarkımızı hiç unutamam. Resim dersimizin konusu sonbahar;hemen bir ev yanına bir ağaç çiziverirdik. Yaprakları hep sarı olurdu; sonbaharı sadece sarı renk bilirdik. Sonbaharda pazar resmi yapmak çok hoşumuza giderdi; ayvalar, narlar hemen göze çarpardı yaptığımız resimde...

       Lise yıllarımızda bir başkadır sonbahar. Edebiyat öğretmenimiz divan edebiyatındn bir şiir okur; dinlerken düşen yaprağın ,esen yelin sesini duyardık sanki. Kulağımız öğretmende ,gözlerimiz pencereden görebildiğimiz salınarak yere düşen çınar yaprağında olurdu. Başımızda kavak yelleri esmeye başlamış demekki...Kompozisyon  dersinde illaki sonbahar tasviri yazmamız istenirdi. Yazamazdım ben öğretmenin istediği gibi. Pencereden çınar yapraklarını dalgın dalgın seyretmekle olmuyordu...

       Derken ilk gençlik yılları geçivermiş mevsimler mevsimleri kovalamış olamamışız farkında...Ta ki yaş otuzbeş oluncaya kadar. Cahit Sıtkı''dan mı aklımıza geldi nedir. Yolun yarısını devirdiğimizden mi...Sonbaharın farkına varmaya başladık. Ben foğoğraflarda görüntülediğim köy yolu yakınıdan ilçeme, okuluma gelip giderken farkına vardım. Onbeş km uzaklıkta sekiz yüz metre yükseklikteki ilçeye tırmanırken doğanın değişimine tanık oldum; uyanışına ve soluşuna...En çok da sonbaharına sevdim sarıdan kırmızıya ,turuncudan kahverengiye dönüşen yaparaklara bakarak. O zaman söylemişimdir; şimdi şair olmak, ressam olmak vardı diye...Seviyorum sonbaharı ömrümün sonbaharı olsa da, kışına yaklaşsa da...

Arzu Sarıyer

12 Ekim 2011 Çarşamba

DENİZLİ DESTANI

      

        Nerelisin dediklerinde son yirmi yıldır Egeliyim diyorum .Onsekiz yaşında doğup büyüdüğü şehirden ayrılanlar için bir şehir söylemek güç oluyor.Yüksek öğrenim için gittiğim şehir ikinci memleketim olmuş,İzmir. uzun yıllar görev yaptığım şehir (İlk görev yeri) üçüncü memleketim olmuş,  Afyonkarahisar .Son görev yerimde yirmi yıldır yaşıyorum dördüncü memleketim olmuş ,Denizli . Bedri Rahmi Eyüboğlu başlıklı yazımda doğduğum şehir ve yaşadığım şehir için Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun iki destanını yazacağımı belirtmiştim. Nazilli Destanı doğup büyüdüğüm şehrin destanı idi.  Denizli Destanı yaşadığım şehrin destanı...
                                 


 DENİZLİ'YE SELAM
Her horoz kendi çöplüğünde
Denizli horozu her yerde öter
Ne güzel dağların var Denizli
Mavi,mavi yeşil yeşil tüter

Horozun hakkını horoza verelim
Dağların hakkını dağlara
Algözüm fırçayı paleti ele
Gidip şu dağlarda tezgah kuralım

Ne güzel dağların var Denizli
Sana denizli değil dağlı demeli dağlı
Dağlar hey'...Yiğit dağlar.Yüce dağlar
Koptukları yerden bulutla bağlı

Ne güzel dağların var Denizli
Gökyüzüne dikilmiş bir deniz dersin
Köpük köpük,çakıl çakıl
Dolansın dolansın dolansın
Dolansın durguna tırmansın akıl
Burgu olsun buram buram burulsun
Barut olsun binparçaya bölünsün
Tünel olsun kara kara delinsin

Ne güzel dağların var Denizli
Dağlarını dilim dilim dilmek isterim
İçersinde ne var ne yok bilmek isterim.

Bedri Rahmi Eyüboğlu Sabır ile Koruk(Sayfa 317)



        "Sabır ile Koruk" kitabındaki makalesinde Bedri Rahmi Eyüboğlu yukardaki dizelerde  Denizli dağlarına hayranlığını dile getirir: "...Bu dağları ancak uzaktan seyrettim.Dağ köylerininden hiç olmazsa bir tanesini görmek isterdim.Civarda yalnız Pamukkale'yi görmek nasip oldu.Pamuğun fabrikası Nazilli'de ise kalesi de burada....Güzel güzel çağlayayarak birden bire taş kesilen bir çağlayan tasarlayın. Pamukkale'de kaynayan sıcak suyun  tortusu işte böyle bir mucizeyi başarmış.Yavaş yavaş akıp giderken işi heykeltıraşlığa dökmüş.İki stadyum boyundaki boşluğu dantel gibi örüp çıkmış...."


         Denizli'de üç dört gün kalan Bedri Rahmi Eyüboğlu 1953 yılı şehir merkezinden de övkü ile söz eder"Denizli sokaklarında dolaşmak bir zevk. Her evin duvarlarına kulağını daya, bir su sesi. Bir su şırıltısı.bir küçük derenin şarkısı......"
         
          Denizili köylerine göremediğine üzülen Bedri Rahmi Eyüboğlu:
      "Denizli'nin köylerini göremedim diye üzülürken,eksik olmasınlar köylüler Denizli'ye kadar geldiler.Anadolu'da eşine az rastladığım bir pazar kuruldu. Köylüler pazara akın ettiler.Bir turist gözü ile Denizli pazarı bir ziyafetti.Bir ressam için bulunmaz bir nimetti. Ama Denizli   pazarını dolaşırken ne turistliğim kaldı, ne ressamlığım!"

DENİZLİ DESTANI
Her horoz kendi çöplüğünde
Denizli horozu her yerde öter.
Ne güzel dağların var Denizli
Mavi mavi yeşil yeşil tüter
Horozun hakkını horoza
Dağların hakkını dağlara verelim.
Al gözüm kınalı paleti ele
Şöyle ressam gözüyle seyredelim

Al gözüm seyreyle Denizli pazarını
Sittin sene beklemiş durmuş ressamını, yazarını
Ama bizler bu yurdun aydın geçinenleri
Elimize kağıt kalem geçer geçmez
Evvela Galata’ yı çekmişiz sineye sonra Şişli ’yi
Gözüm kör olsun duydumsa                 
 Minicik horozlardan başka kimseden Denizli’yi
Dostlar günahı vebali boynunuza
Öyle lök gibi oturmuş kalmış
Öylesine saplanmış kalmışız ki İstanbul’a
Bir türlü atlayıp kalemin sırtına
Üsküdar’ı aşamamışız
Zeybeğini oynamış, Zeynebini söylemiş
Horonunu tepmişiz Anadolu’nun
Halayını çekmişiz ama
Çilesini çekmeye yanaşmamışız.

Al gözlüm seyreyle Denizli pazarını
Bursa’da, Gönen’de, Çorum’da
Artvin’de görmedim benzerini
Pazar dediğin böyle kurulur
Şehrin ortasına allı pullu
Uçsuz bucaksız bir kilim serili
Kilimde kaç çeşit nakış varsa
Bal olur, petek olur, bakraç olur
Bebek olur, beşik olur, dizilir
Develer geçer ağır ağır,
Bir çıngırak sesidir
Erir şeker gibi.
Sırım gibi delikanlılar salınır
Bir bolluk, bir bereket, bir bayram havası eser
Göz doyar doymasına yürek burkulur
Hepsi hoş, cana yakın bizden ama
Bu ortaçağ kokusu nedir?
Adını bilmediğim bir yerlerde
Ey Gaziler türküsü söylenir
İçimde bir şeyler devrilir, burkulur, sızlar
Amanın beş yüz yıl önce de
Tıpkı böyle kurulurdu bu pazar.
Tıpkı böyle çömelirlerdi toprağa
Al topuklu beyaz kızlar.

Al gözüm seyreyle Denizli pazarını
Akla hayale sığmayan şeyler koyun koyuna
Dünümüz, bu günümüz, yarınımız
Kırmızı biberinden tut plastik kemerine kadar
Çalısı, çırpısı, bakracı,
Balıyla
DDT’si, bit tozu, naylon peştamalıyla
Bir yanağında sarı sıtman
Bir yanağında alıyla
Ammesi, mevludu
Mızraklı, mızraksız ilmihalıyla
Zaloğlu Rüstemi,
Jack London tercümesi
Seksoloji mecmuasıyla
Tarzan’ı, Truman’ı
Kel hocası, kör hacısı
Kürd imamı, kurt yobazıyla
Varımız yoğumuz,
Köyümüz künyemiz karşında
Al gözlüm seyreyle Denizli pazarını
Halep de burada arşın da

Al gözlüm seyreyle denizli pazarını
Bir yanda tulum peynirleri tıklım tıklım dolu
Hala münasip taraflarında sallanır durur
Dananın kuyruğu
Lezzetli olmasına lezzetli mübarek peynir
Ama bir güzel tıraş edilmezse saçı sakalı
Zor yenir yutulur.
Peynir tulumlarının üstüne bir ip gerilmiş
İpe mandallarla resimler asılmış

Al gözüm seyreyle dünya güzelini
Haspam yarı çıplak yatmış uyumuş
Bastığı yerleri güller bürümüş
Güzelin yanı başında Fatih çekmiş kılıcını
Sonra müşir üniformasıyla Atatürk
Gözleri çakmak çakmak
Bir savaş alanı
Mehmetçik sermiş düşmanı yere
Almış hıncını
Daha sonra İnönü, Çakmak, Bayar
Derken sinema yıldızları, kovboylar.
Resimli türküler
Türkülü resimler
Şarkılar
Bir elinde hıyar nazik nazik soyar
Dağdan kestim kereste
Kuş besledim kafeste’ler
Naylon güftelere plastik besteler

Al gözüm seyreyle Denizli pazarını
Bir kilim, bir heybe, bir nakış
Dünyada eşi emsali görülmemiş
Bu ne sabırdır Allahım, bu göz nuru nedir?
Amman nakış deyip coşma Mernuş
Sittin sene önce de aynı kilim, aynı heybe, aynı örgü
Aynı tezgahlarda böyle dokunurmuş
Yine aynı yün, aynı iplik, aynı tezgah, aynı eller
Ama aradan neler geçmiş, neler geçmiş, neler ...

Al gözüm seyreyle Denizli pazarını
En güzelle en çirkin
En fakirle en zengin
En uzakla en yakın
İç içe, göz göze, diz dize
Nasıl anlatırım hepsini size
Dal gibi dalyan gibi kızlar gördüm
Çivi gibi delikanlılar
Yüzlerinde sevinç, umut, sağlık taşan insanlar gördüm
Tepeden tırnağa nakış içinde her şeyleri tamam
Sonra çocuklar gördüm çocuklar
Taş çatlasa anlatamam
Bir emzikli ana gördüm on dört yaşında
Hangi dert hangi acı yakmış kavurmuş
Bir delikanlı gördüm kördüğüm olmuş
Vakitsiz harmanlar gibi savrulmuş

 İnsancıklar gördüm yaşları belirsiz
Çocuk mu? Ana mı? Gelin mi?
Ömrünün sonunda mı ,başında mı?
Yedi yaşında mı, yetmiş yaşında mı?
Hele bir tane gördüm ayan beyan sıtmalı
Gözlerinde ölüm vardı
Ölüm gözlerinin dibinde
Kuyuya düşmüş bir bakraç gibi parlardı
Bir yamalı bohça sırtında mezarı
Azrail boynuna takmış hızarı.

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU







29 Eylül 2011 Perşembe

NAZİLLİ DESTANI

 
Üç yıl önce  öğrendim Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Nazilli Destanı "yazısının olduğunu. Bu yazı bana bir kitap bir de yıllardır yazılarını çok severek okuduğum,değerli Çevirmen-Yazar Bertan Onaran ile okuyucu yazar dostluğu kazandırmış oldu...

"BEDRİ RAHMİ KİTAPLARI BERTAN ONARAN


İş Bankası Kültür Yayınları, sevgili ozan-ressamımız Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bütün yapıtlarını basıyor biliyorsunuz; elimde bu girişimin iki kitabı var: Sabır İle Koruk ve Pembe Vinç.

Birinci kitapta yetenekli ustanın 1952-53 yıllarında Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazılar var, ikincisinde ise yine aynı gazetede yayımlanan 1953-54 yazıları.

Sabır İle Koruk’tan “Nazilli Destanı” başlıklı yazının bir bölümünü birlikte okuyalım.

“Selçuk’tan bindik trene/Aşk olsun tren diyene/ Kuyruğu kopmuş ejderha mübarek/ Deli divane bir katır/ Dört beş saat bin yetişir/ 32 dişini yerinden oynatır/ Adına otoray demişler/ Motorlu trenin kaynanası/ Sanki bütün vidalarını sökmüşler/ Sonra 10 kilometre ile salmışlar gecenin içine/ Rayların perçin yayların kaynak/ Sen kimin yârisin aman/ Her yanın oynak.

Altı saat içinde altı lunaparktan geçtik. Beyazına karıştı gözümüzün karası. Nazilli’ye vardık gece yarısı. Bir de ne görelim şehir baştan başa naylon ışıklar içinde. Nazilli dediğin nedir ki? Anadolu’da küçük bir kaza değil mi? Gecenin on ikisinde ışık, elektrik ışığı içinde yüzen bir Anadolu kasabası görmek insanı nasıl sevindirmez? “

…”Muhallebici dükkânı tertemiz. Onun da ışıkları naylon!...Birkaç adım ötede aynı ışıklarla donanmış derli toplu birkaç otel sıralanmış.

- Burası kaza değil, vilayet merkezi , diyorum.

- Burasını fabrika bu hâle soktu, diyorlar.”

Yazı, 25 Ekim 1953 tarihini taşıyor; Nazilli’ye şimdi gitsek, sevgili Bedri Rahmi’yi havalara uçurtan o pırıl pırıl kenti, orada yaşayıp çalışan üreten, hepimize unutulmaz Nazilli basmalarını dokuyan güzelim insanları görebilir miyiz? Ne Nazilli’de görebiliriz, ne başka bir yerinde yurdumuzun. Çünkü aslında Nisan 1939’da, Lozan Kahramanı İsmet İnönü’nün, ABD ile imzaladığı ilk ikili anlaşmadan sonra, yurdumuzun bütün kaleleri, bütün limanları, bütün üretim merkezleri önce usul usul, sezdirmeden, dünyanın en allı pullu sözleriyle bezenerek, uygarlık, barış, karşılıklı yardımlaşma diye diye; şimdilerdeyse en hızlı, en hoyrat biçimde ağızlarından sular akan yüzlerce yılın sömürgecilerine altın tepside armağan edildi, ediliyor."
.......................................
13.Ağustos 2008 Cumhuriyet Gazetesi

O sabah yazdığım iletide şöyle yorumlamışım:
"Bu sabah Cumhuriyet gazetimi her zamankinden farklı bir heyacanla okudum. 'Güzelin Ardında '  köşenizden çok sevinçli bir haberi sizden okudum. Çok sevdiğim Bedri Rahmi Eyüboğlu' nun bütün
yapıtlarının basılıyor olması. Hepsi birbirinden değerli ama benim için "Sabır İle Koruk" ayrı bir özellik taşıyor. Çünkü ben Nazilli'yim. ' Nazilli Destanı'  nın yazıldığı yıllarda henüz dünyaya gelmemişim . Şairimizin sözünü ettiği trenler yok artık. Çocukluk anılarımda kaldı. Sümerbank'ta yok.Nazilli basmaları da yoklar.Dokuyanlar da ,tek tük kaldı babam gibi seksenini aşabilenler. Bina duruyor Yüksek öğretim binası halinde. Sosyal devlet burada dedirten sosyal tesisleri yerle bir edildi...
Kitapları elime alacağım günleri sabısızlıkla bekliyorum. Arzu"




Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun motorlu trenden indiği Nazilli İstasyonu. Otoraylar yok, hızlı tren dediklerinden var.



      Bedri Rahmi'nin çok beğendiği Gıdıgıdı treni .Düdüğünü çalmaz yıllardır ,fabrikasının makinaları gibi susukundur ,insansızdır...
           Fotoğraf:İlhan Öden http://sumerbank.blogspot.com/

"..._Misafirleri Gıdıgıdıya kadar götür,dedi
Evvela bir mahalle,bir semt adı sandım.sonra bir şöför,bir arabacı olacak dedim.Gıdıgıdı dedikleri bir küçük,maskara dekovil treni imiş. Belli saatlerde işçileri fabrikaya taşırmış....."Nazilli Destanı Bedri Rahmi Eyüboğlu



Nazilli'yi ışıl ışıl yapan Sümerbank Basma Fabrikası
Fotoğraf :İlhan Öden  http://sumerbank.blogspot.com/

"Nazilli Basma fabrikası'nda bir hafta kalacaktık, basma renklerini ve nakışlarını inceleyecektik .Bu davet üç senedir beni saran yazmacılığın, oldukça kahrını çektiğim çeşitli bez boyalarının, istim kazanlarının önünde çektiğim çilenin en büyük mükafatı oldu. Memleketimin en güzel köşelerinden birini, dünyanın en güzel fabrikalarından birini gördüm. Güzel, çalışkan, uyanık insanlar gördüm......." Nazilli Destanı Bedri Rahmi Eyüboğlu

Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yazısı için Sayın Bertan Onaran'a, Fotoğraflar için Sayın Sümerbank Sevdalısı İlhan Öden'e teşekkür ediyorum.

Arzu Sarıyer

23 Eylül 2011 Cuma

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU



SİTEM

Önde zeytin ağaçları arkasında yâr

Sene 1946

Mevsim

Sonbahar

Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim

Dalları neyleyim.

Yâr yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.

Yâr yâr!.. Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar

Değirmen misali döner başım

Sevda değil bu bir hışım

Gel gör beni darmadağın

Tel tel çözülüp kalmışım.

Yâr yâr

Canımın çekirdeğinde diken

Gözümün bebeğinde sitem var

Bedri Rahmi Eyüboğlu

      Sene 1946// Mevsim sonbahar Şair bu şiiri sevgilisi Mari için yazar, hani en çok en çok bilinen "Karadut" şiirindeki Karadut. Belki bir rastlantı kendisi de  sonbaharda hayata veda eder.21 Eylül 1975. 36 yıl geçmiştir aradan.

      2011 yılı Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun 100.doğum yılıdır. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Köy Enstitüler konulu bir söyleşideydim  bu hafta. Eyüboğlu kardeşler; Sabahattin, Bedri Rahmi, Mualla Köy Ensttülerinin  eğitim, düşün hayatında, sanat hayatında var olmuşlardır.Yeni Kuşak Köy Enstütüleri  Derneği İzmir Şubesi pek çok başarıya imza attıkları gibi bu söyleşide  de oldukça başarılıydı. Bana göre neden başarılıydı; alışılmış doğum ve ölüm yıldönümlerinde gibi anma ,anlatma değildi. Şimdiye kadar bilinmeyen ya da az bilinen konularla bizleri buluşturmuş olduğu için. Baktığımız ama göremediklerimiz, okuduğumuz ama farkına varamadıklarımız, duyduğumuz ama hissedemediklerimiz...

      İstanbul 4.Levent; bir çok kamu binalarının duvarlarında şahaser nitelikte mozaik süslemeler,üzerine monte edilen reklam panoları altında gizlenmiş....Taksim'de ünlü Marmara Oteli duvarlarında Bedri Rahmi-Eren Eyüpoğlu imzalı mozaikler...Bakmışız ama görememişiz...

      Yazar, şair, ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu; lise yıllarında yediği bir tokat yüzünden yok olup gidecekti belki. O'nu hayata döndüren, resimle tanıştıran öğretmeni olmasaydı. "Ressam olduysam lise hayatından kurtulmak için oldum" der .Ressam olmakla kalmamış güçlü kalemi ile yazar ve şair de olmuştur.

      Ağabeyi Sabahattin  bir gün kendisine " Ya şair ol ya da ressam ,iki dalda başarılı olamazsın " der.Bedri Rahmi ikisinde de başarılı olur..İyi ki olmuştur ;şair olmasaydı Anadolu halkı belki bu kadar  tanıyamıyacaktı. Şairliğini, ressamlığını besleyen Anadolu coğrafyası ve halkı..Evliya Çelebi misali gittiği  Anadolu 'nun  her köşesinden beslenmiştir; renkleri, desenleri, özdeyişleri, yaşam tarzları...

      "Ressamlığımı eleştirebilirsiniz,şairliğimi eleştirebilirsiniz ama asla hocalığımı eleştiremezsiniz"Bu sözler Öğretmen Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun sözleridir, yüzlerce öğrencisine sanat eğitimi veren,sanatı sevdiren ...Ben bir yazar değilim, sanatçı da değilim ;O'nu yazar ve sanatçı  gibi algılamam  ... Ama Öğretmen olarak öyle algılabiliyorum ki;  içim titremiş, gözlerim buğulanmış...

      Hughette Eyüboğlu; Bedri Rahmi'nin gelini, oğlu Mehmet'in eşi, Kandalı bir gelin...İlk kez bu söyleşide görüyorum .Öyle heyecanlandım ki ;ince narin yüzünde Bedri Rahmi'yi görmüş gibi oldum.Güzel Türkçesi ile ağır ağır anılarını anlattı; nefesimi tuttum,  gözümü kırpmadım izledim...Elli yıldır sır  olarak saklanan Nazım Hikmet şiirlerinin olduğu ses kaydını nasıl sakladığını anlattı :Paris’teki kayıtların üzerinden elli yıl geçtikten sonra saklanan şiirlerin “gün ışığına çıkmasının zamanı gelmiştir” diyerek harekete geçtiğini. Ve kayıtları Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teslim ettiğini...

      İskilip'te iki hafta gibi kısa bir süre yaşayan kayınpederinin İskilip'ten çok etkilendiğini, sanat yaşamında ve resimlerinde İskilip'in izlerinin görüldüğünü söyledi. Türkiye'de ilk kez Bedri Rahmi Eyüboğlu adına İskilip'te bir sergi salonu açtıklarını hatırlatan Eyüboğlu,  'Çatalkara' adında bir sanatevi çalışmalarını anlattı.

      Okuduğum halde farkına varamadığım bir konu daha: Turan Güneş'in Paris'te öğrencilik yılları, sakalı haliyle bir lokantada arkadaşları ile sohbet ederken ;Bedri Rahmi sadece "Mahmut Makal ve Bizim Köy" sözlerini duyup sıralamış dizeler:

SAKAL MAKAL YAHUT OGLUM AHMET BU YOLDA DEVAM ET

Herifçioğlu Sen Mișel'de koyuvermiș sakalı

Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal'ı

Esmeri, sarıșını , kumralı , kuzguni karası

Cebinde dört dilberin telefon numarası

Bir elinde telefon , bir elinde kesesi

Uyyy!.. yesun oni nenesi yesun oni nenesi

***
Turan Güneş 'le sonradan dost olmasına neden olan dizeler.. Bedri Rahmi'nin bunalımda olduğu dönemdir. Sakalı gençleri ; birçok şeyden habersiz, ilgisiz sanır...

SİTEM
Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
.......

      Şiirin şarkısı;  söyleşide izlemeden önce kimbilir kaç kez duyduğum halde hissedemediğim...Söyleşide Erol Evgin'in sesinden konuşma aralarında duyup ,hissettiğim..Mevsim sonbahar...Erol Evgin şiiri şarkı olarak bestelerken tanışmıştır Bedri Rahmi ile.

      Bedri   Rahim ;kocaman bir okyanus,benim bildiklerim belki bir küçük damla bile değil. Bundan sonraki bir yazım da  yaşadığım şehir ve doğup büyüdüğüm şehirde yazdığı iki destanı paylaşacağım..."Denizli Destanı"," Nazilli Destanı"...

Arzu