26 Mayıs 2010 Çarşamba

UMUT




             
                                Binlerce gül açmış bu bahçede
                               Yaşamak bir sevdadır Türkiye’de
                               Umutlar yepyeni, umutlar her dem taze


     İlkbahar aylarının sonuncusu mayıs ayını bitirmek üzereyiz.Bütün bahar ayları güzeldir ama mayıs bir başkadır gözümde ,gönlümde.Mayıs çoşkudur,sevinçtir,umuttur.Yeşilin hemen her tonu çok daha bir yeşildir.Yaprak yaprak ,dal dal büyüyen güller mayısta açar renk renk.Ve mayıs gül mevsimidir .Mayıs gülleri bir başkadır,kımızısı,sarısı moru,beyazı.Gül ve gençlik..


      Mayısı mayıs yapan bana göre gençlik demektir.Gençlik ;gelecek,umut,direniş ve devrim demektir .”Üç fidanı” bu uğurda darağacında görsek de,unutmasak da…”Gülümün Söndüğü Akşam” olsa da..

      Mayıs demek “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı “19 mayıs! sesteki vurgu heyecan ve çoşku verir.Sıradan mayısı mayıs olmaktan çıkarır.

      Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımızı yine çokşuyla,sevinçle tüm yurtta kutladık(.Zonguldak’da kader dedikleri otuz canın kararması; hüznü ve sevinci yan yana yaşattı.)19 mayıs 1919 direnişin,kurtuluş meşelesinin yakıldığı gündür.”Özgülük ve bağımsızlık benim karekterimdir.”diyen atası önderliğinde milletimizin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine başladığı gündür.

      19 mayıs çoşkusu yaşadığım ilçede 24 mayısa kadar devam eder.20 mayısta başlattığımız şenlikler 24 mayıs günü sona erer.Neden mi 24 mayıs?” 24 mayıs 1919 Sarayköy’ün milli mücadeleye katılış”nın yıl dönümüdür.19 mayıs 1919 dan beş gün sonra 24 mayıs 1919 da ilçe müftüsü Ahmet Şükrü Efendi önderliğinde ilçemin halkı yemin etmiştir.Milli mücadeleye maddi ve manevi katılım için.Bulunduğu konum İtalyanlara bırakılmıştır(İtalyanlar fiili işgale kalkışmamışlardır).Belki işgale uğramayacaktı .Menderes nehrinin güneyinde kalıyor İlçe.Ama üç beş km karışısında Yunan işgaline uğramış köylerinin seyrine bakmazdı.O günlerin yok yoksulluğunda parasıyla ,kuvayı milliyeye gönderdiğin askeriyle milli mücadeleye katılmak zorundaydı.Ve katılıyor.  İlçede  “Heyet - i Temsiliye “örgütü kuruluyor,yurt genelinde bir ilk gerçekleşiyor.İşte böyle anlamlı ve önemli günün yıl dönümünü; kültür,tarım ,spor etkinlikleriye kutluyoruz

      Yazımın başlığında “umut” yazdım.Umutlar insan yaşadığı sürece hep vardır,tükenmez.Her sabah güneşin doğuşu gibi yenileri doğrar.Belki eksilir,belki örselenir bazı bazı da yorgun düşer. Haftalardır tepedeki davullar o kadar gürültü çıkardılar ki kulaklar sağır,umutlar yorgun düştü.Tıkadım kulaklarımı açtım gözlerimi.İlim ve ilçemdeki kültür ,tarım ve spor etkinliklerine .Yurdumun dört bir yanından gelen gençlerin gözlerine baktım.Evet sadece onların gözlerine;spor karşılaşmalarında ,halk oyunlarında ,tiyatro sahnesinde,konfesans salonlarında,konserlerde.Gözler müthiş,pırıl pırıl ışıldıyor.”Biz buradayız !”diyorlardı “inanç yüklü,umut yüklü hız yüklü”. Hep burada olacağız!..O gözleri görende umut yorgunluğu mu kalır.Kalmadı,dedim ki yanımdakilere bakınız”bu gençler adam öldüremez,hırsızlık yapamaz,tecavüz edemez…”Bu gençler sanatla,sporla, bilimle uğraşıyorlar.Yokluğa,yoksulluğa,gericiliğe,cehalete savaş açmışlar ,geliyorlar..

Arzu

16 Mayıs 2010 Pazar

KUSUR

" Günün birinde dergâha düsen kendi halinde bir adam, dergâhta, bir Mevlevi ile bir Bektaşi''nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler. Erenler başlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır. Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır.

Mevlevi'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır. Bektaşi’nin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır. Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük merakla, önce Mevlevi'ye sorar:

'Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun; bunun özel bir sebebi var mı? '

Mevlevi hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire sekline getirir ve şöyle der:

'Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız.'
Yanıttan oldukça hoşnut olan adam ayni merakla bu kez Bektaşi''ye döner:

'Peki ya siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz? '

Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der:

'Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz.'

Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur.

Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir. Her ikisi de seni mutsuz eder. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun..."

9 Mayıs 2010 Pazar

ANNELER GÜNÜ


                                                   Bir öpücük yeter!!!

                                                   Annecigim seni ben

                                                   Ciceklerden yemisten

                                                   Sarı   saclı  bebekten

                                                   Canımdan cok severim..

 Anneler günü kutlu olsun.


TARİHÇESİ
ANNELER Günü’nün kökeni Sümerlere dayanıyor. Sümerler’de bahar ayları çeşitli isimlerle doğurganlık, analık, doğanın yeniden uyanışı ile birlikte kutlanmış. Anneler Günü geleneği, Antik Yunanlı’ların Yunan mitolojisindeki pek çok tanrı ve tanrıçanın annesi olan "Rhea" onuruna verdikleri yıllık ilkbahar festivali kutlamalarıyla sürmüş. Antik Romalı’lar da ilkbahar festivallerini İsa’nın doğumundan 250 yıl öncesinden ana tanrıça "Cybele" onuruna kutluyor.

Tarih sayfalarını şöyle bir taradığımızda, Anneler günün ilk olarak 1600’lü yıllarda İngilizler tarafından “Anneler Pazarı” olarak kutlandığını görürüz. Hıristanlığın yayılması ile birlikte, Avrupada bulunan “Anneler Kilisesini” onurlandırmak maksadıyla “anneler pazarının” buralarda da kutlanmaya başladığı görülür.

Asıl mesleği öğretmenlik olan 1864 doğumlu Anna Jarvis, 1902 yılında babası ölünce annesi ile beraber ABD'de, Philadelphia'da yaşamaya ve çalışmaya başladı. Üç yıl sonra 9 Mayıs 1905'de de annesini kaybetti. Sürekli annesi ile beraber yaşamasına rağmen öldükten sonra "Ona hayatta iken gerekli ilgiyi gösteremediği" ne inanıyor ve bunun ezikliğini duyuyordu.

İki sene sonra Mayıs'ın ikinci pazarında, annesinin ölüm yıldönümünde arkadaşlarını evine çağırdı ve bu günün anneler günü olarak ülke çapında kutlanması fikrini ilk onlara açtı.

Fikir kabul gördü, anneler memnun kaldı, babalar itiraz etmedi, Amerika'nın önde gelen bir giysi tüccarı da finansal desteği sağladı. İlk anneler günü Jarvis'in annesinin 20 yıl süresince haftalık dini dersler verdiği Grafton'daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908'de, 407 çocuk ve annesinin katılımı ile kutlandı.

Jarvin her bir anneye ve çocuğa kendi annesinin en çok sevdiği çiçek olan karanfillerden birer tane verdi.

O günden sonra, temizliği, asaleti, şefkati ve sabrı ifade eden beyaz karanfil Amerika'da anneler gününün sembolü olarak kabul edildi. Sıra anneler gününü "milli bir gün" olarak kabul ettirmeye gelmişti.

Jarvis, tarihte tek bir kişi tarafından gerçekleştirilen en başarılı mektup yazma kampanyası ile gazete patronlarından işadamlarına, devlet adamlarından din adamlarına kadar ulaşabildiği herkese bu fikrini iletti. Fikir o kadar çok ve çabuk kabul gördü ki, Senato onaylamadan çok önce, bir çok eyalet ve şehirde anneler günü kutlamaları gayrı resmi olarak başlatılmıştı bile.

Sonunda 8 Mayıs 1914'te Senato'nun onayı, Başkan Wilson'ın da imzası ile Mayıs'ın ikinci pazarı 'Anneler Günü' olarak resmen ilan edildi. Çok kısa sürede diğer ülkelere de yayılan bu gün çiçek ve tebrik kartı satışlarının tavana vurduğu bir gün oldu. Anna Jarvis sonunda muradına ermiş, kampanyasını başarı ile sonuçlandırmıştı ama kendi hayatı pek mutlu sonla bitmedi.

Yoğun çalışmadan evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya fırsat bulamadı. Her anneler günü onun için bu yönden acı oldu. Daha ziyade dini ağırlıklı bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticari çıkar sağlamaya çalışanlara karşı hukuki savaş açtı. Davaların hepsini kaybetti. Dünyadan elini eteğini çekti.

Bütün gelirlerini hatta ailesinden kalan evini bile kaybetti. Kalan hayatını adadığı, gözleri görmeyen kız kardeşi Elsinore'da 1944'de ölünce sağlığı da tehlikeye girdi. Dostları ona destek vererek son yılını sanatoryumda geçirmesini sağladılar. Bütün dünya annelerinin en azından senede bir gün mutlu olmalarını sağlayan Anna Jarvin, mutsuz, yarı görmez ve yalnız bir şekilde 1948'de 84 yaşında öldü.

Ülkemizde ise 1955 yılından itibaren “Anneler Günü” kutlamaları yapılmaktadır. Lakin unutulmaması gereken bir konu vardır ki Türkiye, Avustralya, Belçika, Finlandiya, İtalya, ve Danimarka'da da aynı tarihte anneler günü kutlanmasına rağmen İngiltere'de ve diğer birçok ülkede Anneler Günü ulusça belirlenen değişik tarihlerde kutlanmaktadır

6 Mayıs 2010 Perşembe

6 MAYIS

                                  "Erdemleri rehberimiz;
                                  Anıları yolumuza ışık olsun "
                                   Nihat Behram

                                        DENİZ,HÜSEYİN ,YUSUF
      Çok çok küçüktüm.etrafımda olup bitenleri yeni yeni anlamaya çalışyordum. Bir sonbahar sabah annem,annenem ve dedem ağlıyorlardı.Nedenini soramayacak yaştayım .Aklımda kalanlar onların konuşmalarında geçen sözler:Menderes,Zorlu,Polatkan asıldılar…Belki yıllar sonra asılmanın ne olduğunu öğrendim.Boyuna geçirilen iple boğulup öldürme,ceza,ölüm cezası ,idam.
      Yıllar sonra bir kez daha annemi sabah erken saatlerde ağlarken buldum. Bu bir ilkbahar sabahı idi Bu kez büyümüştüm soru sorabilecek kadar ,neden niçin?... Sabah erken kalkan annem bu kez Deniz,Yusuf,Hüseyin diyordu”.Üç gencecik fidan” diyordu annem,”Onlar adam öldürmediler ki…”Anlamıştım artık çocuk değildim,ilk gençlik yıllarımı sürüyordum.Eve giren gazetelerden Dev-Genç nedir, neler yapmıştır okumuştum.Bugünkü bilincim olmasa da “Tam bağımsızlık, emperyalizm, 6.filo,Gemerek, Mahir, Kızıldere”kavramlarını öğrenmeye çalışıyordum.Bir de günlerce mecliste tartışmalar,İsmet İnönü’nün idam cezasını iptali için cabaları anımsayabildiklerim arasındadır.Yıllar sonra annemin göz yaşı döktüğü iki ayrı idam olayının üçe üç olduğunu anlayacağım.Üçe üç…Bu nasıl misilemedir…Üç karşı devrimciye , üç devrimci mi?...


      O’nlar 68 kuşağı idi on yıl sonra 78 kuşağı olarak adlandırılan bizim kuşak geldi.Bizim kuşak Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahirleri rehber edindi.Teorileri,eylemleri öğretimizdi.Hemen her eylemimizde “Deniz,Mahir,Hüseyin,Yusuf Ulaş!..sonuna kadar savaş!..”sloganımızdı.Savaşan kuşağın gençleriydik biz ..Neden niçin savaş???Onların sözleriyle yanıtlayayım”Biz şahsi hiçbir çıkar gözetmeden ,halkımızın bağımsızlığı ve mutluluğu için savaştık” Bedeli ..Her savaşın bir bedeli vardır,onlar bu bedeli canlarıyla ödediler.Uğur Mumcu’nun dediği gibi:
“Bir gece sabaha karşı,

Pranga vurulmuş ellerimiz

ve ayaklarımızla çıkarıldık

idam sehpalarına.

Herkes tanıktır ki korkmadık.

İçimiz titremedi hiç.

Mezar toprağı gibi taptaze,

mezar taşı gibi dimdik

boynumuzu uzattık

yağlı kementlere

Asıldık ey halkım, unutma bizi”

      Deniz Gezmiş,Yusuf Aslan,Hüseyin İnan ;Üç yürek,üç fidan.O'nları iki güzel kitap o kadar güzel anlatıyor ki; .Erdal Öz”Gülünün Solduğu Akşam”,Nihat Behram “Darağacında Üç Fidan” Yaşantıları, anıları, eylemleri ve yargılanma süreçleri. Darağacındaki anları,dik duruşları…yankıları,savunmaları ve belgeleri.

      Nihat Behram “Darağacında Üç Fidan” kitabının “Yan yana yaşamış yan yana ölmüşlerdi,ama yan yana gömülmeleri engellendi”bölümünde üç cesur yürekli fidanın üç cesur yürekli babalarını anlatıyor.Çok etkilendiğim bir bölüm. Kısaca şöyle özetliyeyim:Cemil Gezmiş,Beşir Aslan,Hıdır İnan.6 mayıs 1972 sabaha karşı darağacndaki üç fidanın cenazeleri Ankara Karşıyaka Mezarlığın'da babalara gösterilir(polislerin gözetiminde).Hıdır İnan sırayla üçünün de yüzünü açar ve birer birer alınlarından öper.Yıllar sonra oğlunu ancak bu şekilde bu kadar yakından ve içten öpebilmiştir.Yaşayan insan kokuları,daha gövdelerinden uzaklaşmamıştır.”Vatan ve bağımsız Türkiye sağ olsun”der ve örtülerini bir daha açılmamak üzere yüzlerine örter.

      6 mayıs gecenin karanlığı,aydınlığa çekiliyor.Halkın “Hıdırellez” günüdür.Toprağa tohum atılır Hıdırellez’de…Halk inancında toprağın bereket vakti diye bilindiği bir gündür…Bugün O üç cesur devrimci yüreği anıyorsak,unutmuyorsak; O’nların attığı tohumlar yeşeriyor ,dal budak salıyor demektir…

Arzu Sarıyer